hesabın var mı? giriş yap

  • bir aile yemeginde babanin sisman olan ogluna "keske seni balet yapsaydik" demesi ustune, "benden balet olursa at yarragindan gramofon ignesi olur" demek isteyen oglanin, aile yemegi protokolleri uyarinca sansur arayisina girisi ve su sekilde basarisiz olusu: "benden balet olursa, sey yarragindan gramofon ignesi olur"

  • durumun ciddiyetinin farkında olmakla birlikte sinanoba' ya asla gelemeyecegi için kendimi asla tehlikede hissetmeyecegim grip. en fazla beylikdüzü' ne kadar gelebilir. 1 yildir surada oturuyorum toplam 2 arkadasim ziyaretime geldi, kalkip da kus gribi gelirse mevzu cikar.

  • 27 kasım 2006'da yayınlanan telegol özel programında sarfedilen laftır ki, futbol eksperi, insan sarrafı müthiş şahsiyet adnan aybaba'ya aittir. cihan oskay'ın fenerbahçe aleyhine yönelttiği şike iddialarının ardından yüzünde beliren şaşkınlık ifadesini bastıramayan aybaba, serhat ulueren'e dönüp, şimdiden klasikleşmiş olduğuna inandığım bu muhteşem cümleyi söylemiştir: "vay anam vay neler dönmüş serhat ya?"
    kahvede miyiz lan?
    (bkz: cihan oskay/#10314179)

  • moai’ler, büyük okyanus'ta, şili'nin 3600 km batısındaki paskalya adası'nda yapılan, boyları 8 ila 12 metre civarında olan yekpare taş figürlerdir. paskalya adası herhangi bir kıta, ya da uygarlıktan çok uzaktadır. ancak adalılar güneş ve yıldızlarla, başka ülkelerde olduğundan daha ilgilidir. yine de heykellerin dinsel anlamı tam olarak bilinmemekte, iskelet biçiminde yaşadığına inanılan ataları temsil ettikleri sanılmaktadır.

    gelgelelim moai denen bu heykelleri kimin, ne zaman ve neden yaptığı gizemi halen çözülebilmiş değil. bilim adamlarının varsayımlarına göre paskalya adası yüzyıllar öncesinden beri insanların yaşadığı bir yer ve moai’ler de yüzlerce yıllık yapıtlar.
    bu heykeller, düzgün bir şekilde, hepsi aynı yöne bakar biçimde, yerli dilinde "ahu" denen platformlar üzerine yerleştirilmiş. 'ahu'lar o kadar güzel işlenmişler ki, taştan yapılan bu platformların arasına bıçak bile girmiyor. ayrıca heykeller çok sert kayalardan yapılmış. öyle ki, etnolog thor heyerdahl, bir deneme olarak, yarım kalan heykellerden birine, topladığı gönüllülerle birlikte, taş baltalarla girişmiş ancak uzun çabaların sonunda bir adım bile ilerleme kaydedememiş. oysa bölgede çok sayıda eski taş aletler, baltalar bulunmuştur. bu konudaki teori şudur: heykellerin asıl yapıcıları, bir nedenle işlerini yarım bırakıp adadan ayrıldıklarında, yerliler yarım kalan heykelleri tamamlamak sevdasıyla ellerindeki taş baltalarla işe giriştiler. ancak, bugün bile tembel olan yerliler, taş baltalarla sonuç alamadıklarını görünce aletlerini öylece bırakıp çekildiler.

    ayrıca paskalya adası volkanik bir ada olduğu için adada zengin bir ağaç kaynağı yoktur. bu anlamda volkanik taştan yapılma bu dev heykellerin kütükler üzerinde taşındığını öne süren alışılmış açıklama yolu, hepten geçersiz kalmaktadır. adanın izole konumu da göz önüne alındığında deniz ulaşımıyla da taş işçilerine bırakın başka adalardan kütük taşımayı yiyecek ve giyecek eşyası getirilmesinin bile çok zor olduğu düşünülmektedir. öyleyse taşları dağlardan söken, heykelleri yapan ve bugün durdukları yere taşıyan gerçekte kimlerdi? heykeller nasıl işlenmiş, cilalanmış ve dikilmişlerdi? ayrıca heykellerin başında kırmızı renkte büyük şapkalar yerleştirilmiştir. bu taşlar yekpare değil, heykellerden ayrı bir parça olduğu için heykeller kaidelerine yerleştirildikten sonra başlarına yerleştirilmiş olmaları gerekmektedir. bu yüzden ağırlıkları 10 tonu bulan bu şapkaların heykellerin tepesine nasıl koyulduğu ayrı bir gizemden ibarettir.

    son olarak yerliler bulundukları topraklara "kuş adamların ülkesi" diyorlar. ve adada pek çok yerde kayalara işlenmiş çeşitli kuş adam figürleri ve moai heykellerinin birçoğunda asılı, bilinmeyen bir yazı diline ait tabletler bulunmuştur. ve bu yazı bugüne kadar çözülememiştir. yerliler dahil bu yazıyı kimse okuyamıyor ve bu yüzden de belki de bir yazı dili olmadığını öne sürenler var. sonuç olarak bilimin yüzde yüz oturmayan teoriler ürettiği ve daha sonra da her yönüyle 'sustuğu' konulardan biridir paskalya adası’daki bu gizemler. moai heykellerini kim yaptı, nasıl yaptı ve ne oldu da heykel yapımı sürerken birdenbire her şeyi yarım bırakıp gittiler? her şeyden önemlisi ise kimdi ya da neydi yerlilerin adanın her yerine izlerini bıraktığı bu kuş adamlar?

  • son şınavda genelde takilip her seferinde bastan aliyorum tum döngüyü.
    ise gidemiyorum, cocuklar aç, barfiks kemiriyorlar

  • ağlatan soru. çok ağlatan hem de.

    sana verilmeyen değeri bu kadar mı kanıksadın kardeşim. neyse ki yaşıyorsun. allah uzun ömürler versin sana.

    edit: başlık başıma, baş üstüne :(

  • bir şişko olarak desteklediğim önerme.eğer aptal insanlardan daha fazla vergi alınması kabul edilirse bunu da pekala kabul ederim. her yıl aptal insanlar ölmesin diye uyarı işaretleri vs kullanılıyor. benim verdiğim vergiler bu aptal tabelalara,uyarı levhalarına falan gidiyor. bu güzel uygulamayı başlatıp herkese örnek olalım hadi.

  • sabah uyanıp dünyanın en pahalı otomobili olan arabama bindiğim şehir. yanlış anlaşılmasın, arabam dünyanın en pahalı arabası değil ama diğer ülkelerdeki birebir yıl ve modeldeki araçlar arasında bir rekortmen. misal benim arabanın yenisi londra'da 72 bin lira* daha ucuz. fakat işte londra gibi bir avrupa mezbeleliğinde yaşamayıp, istanbul gibi bir markada yaşamanın bazı küçük bedelleri oluyor.

    şehitler tepesinden geçip günün ilk toplantısına gittim, arabayı ara sokaklarda bir park yerine yanaştırdım. bir belediye çalışanı gelip 1 saati 7*, iki saati 9* lira dedi. 9 liramı verip arabamı sokağa bıraktım. mesela berlin'de, şehir merkezi hariç her park yeri bedava olsa da, merkezde saati 1 euro'ymuş. e tabi berlin gibi bitmiş, yaşlı nüfuslu bir şehirde yaşamaktansa, istanbul gibi dinamik ve kozmopolit bir metropolde yaşamanın bazı küçük bedelleri oluyor, bence oldukça normal.

    günün ikinci toplantısı için şehitler köprüsü'nden karşıya geçtim, %48 zam gelmiş, 7* lira verdim. bunu da başka şehirlerle karşılaştırmak isterdim fakat dünyanın diğer büyük kentlerinde şehirleri birbirine bağlayan köprüler genellikle bedava. zaten o köprülerin çoğu eski püskü şeyler. istanbul gibi ulaşım projeleriyle öne çıkan bir kentte yaşamanın küçük bedelleri oluyor, e olması da normal.

    karşıdan dönerken benzin almam gerekti. benim depo istanbul'da 280*'e, new york'da 130 liraya doluyor. e bu da normal, sonuçta biri dünyanın en önemli şehirlerinden, en büyük havayolu hublarından biriyken, diğer alalade bir dejenerasyon yuvası.

    dönerken telefonum çaldı, eşim aradı, bu arada telefon diyip geçmiyim o da dünyanın en pahalı telefonu, mesela montreal'de benim verdiğim paraya aynı telefondan iki tane veriyorlar. eşim yüksek bir ses duyduğunu, panikle 2.5 yaşındaki oğlumuzu eve getirdiğini, iyi olup olmadığımı sordu. son olaylardan sonra gaipten sesler duyar oldu bu kız, istanbul'un keyfini pek çıkaramıyor. bu cennet şehirde yaşamanın küçük psikolojik bedelleri de oluyor ki aslen oldukça normal.

    iyiyim, şu an çok akıllı bir gazetecimizin "adı şehitler rıhtımı" olsun dediği klübün önünden geçiyorum dedim, rahatladı.

    sonuçta diyeceğim o ki burası çok güzel, çok marka, çok önü açık bir şehir. sosyal medyada bu yukarıda saydığım batının yozlaşmış kentlerine taşınanları gördükçe şaşırıyorum.

    bu satırları 50 megabit parası ödeyip, 11 megabit kullanabildiğim internetimle yazıyorum. zaten azı karar fazlası zarar, öptüm ponponlar.

    db edit: sürekli amsterdam'da otopark pahalı mesajı geliyor, kafanız hep böyle rahat hep böyle güzel olsun dostlar.

    (bkz: minik eymen'e yardım ediyoruz kampanyası)

    güncel edit: değişimi görmek adına, *altında bazı rakamları güncelledim.

  • içinde köfteci yusuf, carrefour, selin yağ gibi bilindik firmaların da bulunduğu kara liste. 2-3 kuruş fazladan kar elde etmek için insanların hayatlarıyla oynuyorlar. ve ne yazık ki devlet bu tip firmalara ağır yaptırım uygulayamıyor ve ne yazık ki yine devlet denen oluşum, sokaklarda kağıt toplayan veya kuş yemi satan dedelerimizi dövüyor. lanet olsun böyle adalete de dünyaya da. bu güzelim ülkeyi bu hale getiren herkesin allah belasını versin.

    ekleme: yudum yağ listede var. uyaran arkadaşa tşk ederiz.

    ekleme2: yoğun istek üzerine fer bal markası da listede.

    ekleme3: başyazıcı firması da listede.

  • iki ülke birleştiğinde, futbol ligleri nasıl düzenlenir?

    berlin duvarının yıkılması, sadece günümüz almanya'sının sınırlarını oluşturmakla kalmadı. avrupa futbolunu da ciddi oranda etkiledi. müzesi kupalarla dolu kimi doğu almanya futbol kuluplerinin kaderleri de kökten değişti. doğu almanya milli takımı da doğal olarak geçerliliğini yitirdi.

    ddr-oberliga, doğu almanya birinci futbol liginin resmi adıdır. 1948 yılında sezonlar oynanmaya başlamış, 1991 yılında da sona ermiştir. fdgb-pokal ise doğu almanya kupasıdır. 1949 yılında turnuva başlamış, 1991 yılında da son kez düzenlenmiştir.

    1. kısım: doğu almanya milli futbol takımı: takımın en büyük başarısı; 1976 montreal olimpiyatlarındaki, sırasıyla,brezilya, ispanya, fransa, sscb ve polonya'yı geçerek namağlup altın madalyayı kazanmasıydı. haricinde avrupa kupasında ve/veya dünya kupasında sesizleri oynamış, göze batmadan elenmiştir. en farklı mağlubiyetleri 3-0 ve 4-1'lik skorlarla almış bir takımdan bahsediyoruz yani. en farklı galibiyet ise sri lanka'ya karşı 12-1'lik skor ile gelmiş, son karşılaşmada ise 1990'da belçika'yı 2-0 mağlup etmişlerdir.

    2. kısım: doğu almanya futbol kulüpleri

    doğu almanya futbol kuluplerini kısaca değerlendirirsek, müzesinde avrupa kupası bulunduran tek kulup fc magdeburg'tur. çıktığı hiçbir finalden kupasız dönmemişlerdir. 1973-74 sezonunda kupa galipleri kupasi finalinde ac milan'ı 2-0 mağlup etmiş, aynı sezon lig şampiyonluğu da yaşamıştır. aynı sezon hem lig, hem kupa galipleri kupasi şampiyonluğu yaşayan 5 kulupten biridir. magdeburg toplamda 3 lig şampiyonluğu ve 7 kupa şampiyonluğu (en fazla) yaşamıştır.

    berliner fc dynamo, lig şampiyonluğunu en çok kazanan (10) ve en fazla üst üste kazanan (10) kulüp iken, kendisini dynamo dresden (8) ve 1. fc frankfurt (6)* kez ile izlemiştir. bu kulüplerden sadece lokomotive leipzig avrupa'da final görmüş, finalde afc ajax'a 1-0 mağlup olmuştur.

    fdgb-pokal'de ise magdeburg ile rekoru (7) paylaşan dresden'dir. en başarısız kulüp ise zamanında karl-marx ismiyle anılan chemnitzer fc, üç kez finale yükselmiş ama müzeye eli boş dönmüştür efenim.

    3. kısım: ddr-oberliga ile bundesliga'nın birleşmesi: işte dananın kuyruğu burada kopuyor. 1990-91 sezonu belirleyici olacak şekilde karar alınıyor. bundesliga 1991-92 sezonu için 20 takıma, bundesliga-2 ise 24 takıma yükseltileceği açıklanıyor. ddr'ın son şampiyonu hansa rostock ve lig ikincisi dresden bundesliga'ya alınıyor. sıralamadaki 3/6 arasındakiler bundesliga-2'ye alınıyor. 7/12 arasındakiler bundesliga-2 için play-off mücadalesine girişiyorlar. burada en büyük darbeyi magdeburg yiyor, önceki sezonda sadece 9 maç kaybetmelerine ve +2 averaja rağmen kendilerini bir anda ligin üçüncü kademesinde buluyorlar. 1991-92'de rostock, 1994-95'te de dresden alt ligin yolunu tutuyor.

    4. kısım: doğu almanya futbol kulüplerinin günümüzdeki konumları: hepsini yazmaktansa, üstte değendiğim kulüpleri sıralamak daha özet olur. 2020-21 sezonunda, bundesliga-1 ve bundesliga-2'de maalesef yoklar. bundesliga-3'te ise rostock ve dresden şampiyonluk mücadelesi veriyor. magdeburg ise bundesliga-3'ten küme düşmeme mücadelesi veriyor. diğer takımlar ise mücadeleye amatör klasmanda devam ediyorlar.

    not: rb leipzig ile lokomotive leipzig ayrı kulüplerdir.

    burada adil olmayan çok nokta var. doğu almanya kulüplerinin ekonomik sorunları göz ardı edilmiş, başta sponsorluk ve stadyum gelirleri olmak üzere bir çok etken önemsenmemiştir. ayrıca transfer hedefleri ve transfer edilecek futbolcuların yaşam standartları büyük bir belirsizlikti. zira yıkılmış ve yeniden yapılanmakta olan bir bölge ülkesinden bahsediyoruz. ayrıca birleşmenin bir sezonluk performansa indirgenmesi de bir hataydı. en büyük kuluplerin bile düşük performans gösterdiği, saçma takımlara yenildiği ve elendiği görülmüştür. oysa 3-5 sezonluk performansın ortalamasını dikkate aldığımızda böylesi keskin bir durum ile karşılaşmak pek olası değildi. günümüz almanya futbol liglerinde doğu almanya'nın esamesi okunmamasının temel sebepleri ve iki futbol liginin birleşmesi böyledir efenim.

  • anlatısının omurgası o kadar sağlam ki yönetmen ve senaryo yazarı (ki zaten kendi tiyatro oyunundan uyarlamış) florian zeller başka hiçbir ucuz numaraya başvurmadan eşsiz bir film ortaya çıkarmayı başarmış. üstelik teatralliğinden bir gram taviz vermeden.

    baştan uyaralım, çok can yakıcı bir film the father. hem genel olarak ailesinde önemli bir hastalığa yakalan her birey için, hem de ebevey- evlat ilişkisi bağlamında.

    özellikle filmin oyuncu kanadı bolca övüleceğinden oralara pek girmeden filmin esasen neden iyi olduğunu anlatmak istiyorum. film demans hastalığına yakalanan bir adamın yaşadığı süreci anlatıyor. hastalığın ilerleme evreleri kronolojik olarak aktarılmıyor ama yönetmen öyle ters, puslu bir kronoloji kuruyor ki tıpkı hastalığı yaşayan ve bizlere iliklerine kadar yaşatan anthony hopkins'in canlandırdığı anthony gibi belleğin, kişiliğin, anıların, yaşanılan her anın parçalanışını, yitimini santim santim yaşamamızı sağlıyor.

    karakterin hafıza, yürütücü işlevlerinin kayboluşuna dair durumu klinik bir vaka olarak ele almak yerine baba- kız ilişkisi ekseninde ele alıyor yönetmen film boyunca. özellikle hafızanın yitimiyle gelen çeşitli konulardaki unutkanlık, motor becerilerin azalması, olay, durum, mekan, tarihleri vs karıştırma gibi durumları oldukça zeki ve yenilikçi hamlelerle, tekrara, bayağılığa düşmeden aktarıyor. belleğin tekinsizliğinden doğan yabancılık, yabancı tehdidi, şüphe, paranoya gibi temel motifleri de hastalığın ilerleyen süreçlerinde aşama aşama işlemek yerine tüm filme yayılan kesintisiz bir paranoya, güvensizlik ve kaybolmuşluk hissi içinde izleyiciye aktarıyor.

    özellikle bu hastalığın en temel özelliklerinden olan sürekli olarak benzer soruları sorma, yapılması gereken temel işlevleri yapamama ve yaptığını unutma (ilaç içmek gibi) gibi davranışların yaratacağı gerilim ve dramı kurguda zekice hamlelerle çözümlüyor florian zeller. spoiler vermemek adına net bir şekilde yazmıyorum ama özellikle klasik bir hollywood filminde bu tip sahneleri hızlı, tekrar eden, rahatsız edici, flu, bulanık bir biçimde görmeye alışık olan seyirciyi o açıdan özellikle hastalıktan muzdarip karakterimizin zihin, akıl oyunlarına nefis bir şekilde ortak etmeyi başararak bu rahatsızlığın yarattığı trajediyi anlamamızı sağlıyor.

    özellikle bir hastalık ya da travmadan muzdarip kahramanların trajedisini anlatırken karakterin yaşadığı kabusu göstermek adına sürekli tekrar eden sahneler, hesaplaşma sahneleri, yine tekrar eden rüya/sahneleri koymak sinemanın genel ölçülerindendir. karakteri tekinsizlik ve paranoya içinde bırakan gizin/gizemin/ trajedinin anahtarı olarak sunulan bu sahneler seyirciye özdeşim aşamasında kolaylık sağlamak amacıyla yapılır. the father'da ise bu kıyılara hiç yanaşmayan yönetmen zeller yarattığı ters,zıt kronolojiyle karakterin yaşadığı bu kabusu soyut, büyülü, düşsel zemininden sıyırarak yakıcı bir gerçekliğin omurgası haline getiriyor. üstelik bu hamlesiyle normal şartlarda kolaylıkla istismar edebileceği duygusal boşluklarla oyalanmadan, durumdan doğan anomaliyi sıkılaştırmak için tıbbın, bilimin kucağına atlamadan, ona bir hasta, bir müşteri ya da nesne gözüyle bakmadan, soğukkanlı objektifliğini korumayı becererek metnin sağlamlığından gelen güvenini perçinliyor. ve diyaloglarına yaşama dair büyük felsefi, edebi, kültürel cilalar kondurmadan yalınlığın biyopsisine soyunuyor adeta.

    evet anthony hopkins bu hastalıktan muzdarip bir adamı her zerresiyle baştan yaratıyor ve muhtemelen bir oskar heykelciği daha alacak ama karşısında tereddütsüz, tavizsiz bir oyun veren olivia colman'da övgüyü fazlasıyla hak ediyor.

    karakterin ebedi dönüşümünün, yitiminin altını çizen ve onca soğukkanlılığına rağmen kondurulması elzem olan o büyük yalın duygusallığını gözlerimize rehber edip dışarıdaki ağaçlara, parklara, doğaya ve hayata çevirten dermansız finaliyle sinema tarihinin unutulmazları arasına adını yazdırmayı başarıyor the father.

  • plastik cerrahi asistanı olarak nöbetten yazıyorum, şartlar düzelmediği takdirde ileride parmağınız koptuğunda 450-500 bin tlye özele gideceksiniz veya güdük parmakla gezeceksiniz yavaş yavaş hepimiz istifa edeceğiz

    “sen devletin bir memurusun işini beğenmiyorsan s.git. “

    yazan gerizekalı arkadaşım umarım bir gün hastaneye ihtiyaç duymazsın. önyargıların yüzünden belki bugün göremiyorsun ama olay hekimlerin istifasının cefasını yine halkımızın çekecek olması, biz s.gideriz.

    edit: mesaj kutuma böyle fiyat olmaz diyenler görüyorum, onun icin yazma gereği duydum.

    1 hafta önce 3 parmağı koptu bir işçinin, patronuyla acilde karşılaştık ne gerekiyorsa yapalım diyen adama izmir’de el için özelleşmiş bir hastanenin numarasını verdik. tetkikler gönderildi telefonlar edildi, fiyat aldı, 480 bin tl. fiyatı duyunca aynı patron hocam siz dikin vakit kaybetmeyelim demeye başladı. hem personel hem aletlerin kalitesine rağmen 17 saat ameliyat edildi hasta. 3 parmağı da yaşıyor onca soruna rağmen. karşılığında aynı patron fizik tedavi ücretini karşılayacağına cevizli baklava getirdi sağolsun. bugün o ameliyat başarıyla yapıldı. peki yarın ?

  • karadeniz teknik üniversitesinde başörtüsüz erkekler bile ayıplanıyor, trabzon lan orası. aralarındaki husumet veya kavga her neyse konuyu başörtüsüne atarak kendine alan açmaya çalışan bir kadın görüyorum ben. 2016'da da alacak verecek meselesi olanlar, kiracısını çıkaramayanlar falan gidip fetöcü diye ihbar ederek az işlerini çözmediler.